TÜRKİYE’DE 1980 SONRASI DEVLET-EKONOMİK PROGRAM İLİŞKİSİ
DEVLET VE EKONOMİ
Çok sık tekrarlanan ve karma ekonominin tarifi olarak yanlış bilinen bir hususu hatırlatayım. ‘Karma ekonomi özel kesimle kamu kesiminin üretime katıldıkları bir modeldir’ [1] diye özetlenen bu tarif, bu yaklaşım yanlış değilse bile yetersizdir. Karma ekonomi çok geniş bir kavrama ve daha derinlere giden bir modele ve buna uyan bir tarife sahiptir. Karma ekonomi, üretim faaliyetlerinde devlet teşebbüslerinin yanında özel teşebbüse de yer veren, hak tanıyan, ferdi haklarla sosyal sorumlulukları ahenkleştiren, kişi refahı ile toplum refahını bir arada, dengeli bir biçimde ele alan bir modeldir.
Çağdaş karma ekonominin portresi bu tarifle de tam olarak çizilemiyor. Çağdaş karma ekonomilerde devlet yukarıda belirlenen tarifin şartlarının yerine gelmesi için gelir dağılışına, sosyal güvenlik tedbirlerine ağırlık veriyor. Bu amaçla aldığı tedbirlerle kişisel haklarla sosyal sorumluluğu, kişi refahı ile toplum refahını ahenkleştirmeye çalışıyor. Bununla da bitmiyor. Modern karma ekonomilerde devlet, klasik, geleneksel sayılan kamu hizmetlerini yerine getirme yükümlülüğünün yanında bir otorite, bir ajan olarak belli ideallere, hedeflere ve ‘normatif ide’lere sahip bulunuyor. Böylece karma ekonomi modelinin, biraz suni de olsa üç kompartmanda incelenmesinde yarar vardır.
Böyle bir ayrım sınıflama Türk ekonomisini tanımak, onun işleyişi hakkında tam bilgiye sahip olmak ve ekonomik sorunlarımızı temele inerek çözebilmek için yararlı, hatta zorunludur. Bu kompartmanlara biraz yakından bakalım:
Birincisi, ekonomide üretici olarak iki ana sektörün varlığıdır. Kamu İktisadi Teşebbüsleri ile özel teşebbüsler. Bu iki kesimin üretimdeki payları, aralarındaki ilişkiler, statüleri, imkanları uzun tartışma konusu olmuş ve çok defa bu ölçülerle karma ekonomi modelimizdeki değişmeler izah edilmiştir.
İkincisi, karma modelde kişi hakları ile sosyal sorumlulukların ferdi refah ölçüleri ile toplum refahının ahenkleştirilmesidir. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne kadar ele alınmış, değişik dönemlerde değişik nitelikler kazanmıştır.
Bu amaçla alınan tedbirlerin başlıcaları, gelir dağılımında adaleti sağlayan her çeşit tedbir, işçi hakları, sendikalar,emeklilik, işçi sigortaları ve Bağ-Kur olarak örgütlenen sosyal güvenlik tedbirleridir ve bunlar Türk ekonomisinin gidişine, işleyişine tesir etmiştir.
Üçüncü husus, devletin geleneksel görevleri ile sahip olduğu ‘normatif ide’lerle ilgilidir.
Bu konuyu biraz açmak, Türk iktisat modelini daha iyi tanımak için yararlıdır.
Türkiye’de devletin, klasik, geleneksel, kabul edilen yükümlülükleri vardır. Dış savunma, iç güvelik, sağlık ve eğitim gibi. Bu sorumluluğun alanı temel felsefe değişmeden de genişlenmiş daralmıştır.
Bazen bu alan değişik boyutlara sahip olmuş, denemeler yapılmış ve sorumluluk alanı klasik hudutların dışına çıkmıştır. Mesela tıbbın sosyalleştirilmesi, sağlık hizmetlerinin tamamının devlet tarafından üstlenilmesi, sosyal güvenlik alanını yayarak yaşlılık, işsizlik sigortalarının devletin ilgi alanına girmesi ekonomiye değişik bir veçhe vermiştir.
Bütün bu hizmetlerin finanse edilmesi biçimi, kısaca ‘finansman modeli’ Türk ekonomisinde dikkatleri ilk bakışta çekmeyen değişmeler meydana getirmiştir.
Devletin üstlendiği bu yükümlülüklerin finansmanını yazan otorite Maliye Bakanlığı ve bu alandaki tek finansman kaynağı da ‘vergilerdir.
Türkiye’de devlet patrimuanı sınırlı, kamu iktisadi teşebbüslerin devlet bütçesine net katkıları çok defa negatif olduğundan tek güvenilir kaynak vergilerdir.
Maliye Bakanlığı devlet harcamalarını tayin etmek, vergilerin çeşit ve nispetlerini belirleyip toplam vergi hasılatını tahmin etmek, devlet borçlarını, T.C. Merkez Bankası ile ilişkileri belirlemek ve para hacmini tayinde tesirli olmakla ekonomimizin işleyişinde umulduğundan çok daha büyük bir tesire sahiptir.
1980 ÖNCESİ VE SONRASI EKONOMİ POLİTİKALARININ KARŞILAŞTIRILMASI
1980 öncesi iktidarlar da 1980 sonrası politik iktidarlar gibi ülkenin karşı karşıya bulunduğu iktisadi sorunları çözmek istemiştir. Ülkenin 1980 öncesi ve sonrası karşı karşıya bulunduğu sorunlar aynıydı. Politika oportünist, pragmatik veya karşılık veren biçimde bulunmaktaydı. 1980 den sonra da aynıdır. Sorunlar aynı, politikalar aynı olduğuna göre her ikisi arasında ne fark vardır? Bu amaçla 1980 öncesinde ve sonrasında sorunların ve politikaların ne olduğunu açıklayalım. Önce 1980 öncesine bakalım.
1. Fiyat artışı yani enflasyon ortaya çıkınca iktidarlar bunun parasal bir olay olduğuna inanmadıkları cihetle fiyatları baskı altında tutarak bunun önlenebileceğine inanılırdı. Özellikle çeşitli fiyat kontrolleri yapılır yani kişilerin belirleyeceği fiyatlar kanuni yollarla önleme yoluna gidilir, devletin belirlediği fiyatlar düşük düzeyde muhafaza edilirdi. Örneğin KİT’lerin ürettiği malların fiyatları düşük tutulur, petrol ürünleri gibi hem iş adamlarını, hem halkı ilgilendiren fiyatların artırılmamasına gayret edilir ve fiyat artışına neden olmamak ve ithal mallarının fiyatını belirli bir düzeyde tutmak amacıyla döviz fiyatları artırılmazdı.
2. Ülkede döviz sıkıntısı ortaya çınca yani gerektiği miktarda ithalat yapmak amacı ile döviz bulunmayınca ithalatı sıkı kontrol altında tutmak amaçlanır, birçok lüks sanılan malların ithaline hiç izin verilmezken ithalatı ikame edecek yerli sanayiinin gelişmesini özendirmek amacıyla yüksek gümrük duvarları konurdu. Böylece ithalat talebinin azalacağı sanılırdı. Bunun yanında ihracat ile elde edilen gelirlerin ülkeye getirilmesini sağlamak amacı ile ihracat üzerinde bir bürokratik kabus oluşturuldu. İhracatı özendirmek için döviz kurlarının artırılmasından kaçınılırdı; çünkü bu yapılırsa ülkede pahalılık yaratılmasından korkulurdu.
3. 1980’den önceki dönemlerde finans kurumları ve bankacılık konusundaki temel görüş yüksek faizlerin hem işadamları hem tüketici bakımından zararlı bulunduğu yönündeydi. Yüksek faizler üretici bakımından zararlıydı zira bu suretle yatırım yapmak zorlaşacak ve yatırımlar azalacaktı. Tüketici bakımından zararlıydı, zira üreticiler yüksek faizler ödeyecek olsa bunu ürettikleri mallara yansıtacak ve tüketiciler yüksek faizler ödemek zorunda kalacaklardı. O halde izlenecek yol faiz oranlarını düşük tutma politikasıydı. Nitekim durum böyle olmuş ve özellikle 1970’lerde faiz oranları hep eksi düzeylerde bulunmuştu.
4. Ülkede işsizlik 1980’lerden önce de önemli bir sorundu. 1980 öncesinin iktidarları bunu görmezlikten gelemezdi. Buna karşı nasıl önlem alınabilirdi? Devlette ve devletin iktisadi kurumalarında fazla miktarda insan istihdam edilmeliydi ve böyle yapılmıştır. Ayrıca şöyle bir kanı vardı. İşsizlik sorununun çözümü yatırım yapmaktır; ne kadar fazla yatırım yaparsanız o kadar fazla insan istihdam edersiniz.
5. Ülkede kötü bölüşümün varlığı her zaman bilinmekteydi. Buna engel olmak için 1980 öncesi iktidarların aldığı tedbirlerin başında zenginlerden daha fazla vergi alınmasına gitmek, yani vergi oran ve kapsamını artırmak geliyordu.aynı şekilde kişilerin zengin olmasını önleyecek tedbirler almakta, zengin kişilerin satın almak istedikleri malların üretimini azaltıp bunları ülkeye getirmemenin yolları aranmaktaydı. [2]
1980’DEN SONRA NELER YAPILDI
1980’den sonra uygulanan ekonomi politikası da 1980 öncesindeki gibi reactive, sorunları çözmeye yönelikti. Fakat 1980’den sonra değişik yöntemler kullanılmaya başlanmıştır. Bunları yine sırayla inceleyelim.
1. Fiyat artışları yani enflasyonlar parasal bir olay olarak görülmüş ve bunu çözmek için parasal tedbirler alınması gerektiği anlaşılmıştır. Özellikle Merkez Bankası emisyonlarının daha ölçülü yapılmasına çalışılmıştır. 1980 sonrası iktidarlarının bu anlayış ve politikalarını tam anlamıyla gerçekleştirmiş olduğunu söyleyemeyiz. Bununla beraber en azından olaya bakış açısı değişmiştir. 1980’den önceki dönemlerde olduğu gibi enflasyonları önlemek için ne döviz fiyatları, ne KİT fiyatları üzerinde baskılar yapılmış, ne de anlamsız fiyat kontrolleri tekrar hortlatılmıştır.
2. Ülkede döviz sıkıntısı ortaya çıkınca bu sorunu çözmek için 1980’den önceki dönemlerde olduğu gibi ithalatın zorlaştırılması ve daraltılması yerine ihracatın teşviki yoluna gidilmektedir. Özellikle ihracatın bir fiyat sorunu olduğu anlaşılmış ve 1980’den bu yana paranın dış değeri reel olarak yarıya indirilmiştir.
3. 1980’den sonraki yöneticiler devamlı enflasyonlar sonucunda gerçek faiz oranlarının likit olarak yapılan tasarruflar üzerindeki olumsuz etkilerini anlamışlar ve bu nedenle reel faiz oranlarının artı düzeylerde kalmasını temin etmeye çalışmışlardır. 1980 sonrası yöneticilerine göre reel faizler ne tüketiciler, ne üreticiler için zararlı olabilirdi. Zira faizlerin yüksek bulunması fiyatların artması demek değildi ve bir ülkede yatırımlar faizler yanında bunların karlılığına bağlıdır. Karlılık yüksek ise yatırımlar da yüksek olacaktır.
4. İşsizliği önlemek için en etkili yolun işçi ücretlerinin fazla yükselmemesi gereğine inanan 1980 sonrası iktidarı ücretleri ve sendikal hareketleri baskı altında tutma yoluna gitmişti. Ayrıca işsizliği azaltacak özel programların buna katkısı bulunacağına inanılmıştı.
5. bozuk gelir dağılımını çözmek içim tutulacak yolun zenginlerin üstüne gitmek ve vergileri artırmak olmadığına inanan 1980 sonrası iktidarı fakir halkın özellikle konut gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasının yararlı olacağına inanmaktaydı.
Türkiye ekonomisine 1980’lerden sonraki bakış açısı, hem daha bilimsel hem de daha doktriner’dir
Diğer yandan sorunların önemli bir bölümünü 1980 sonrası politikalarla da çözmek mümkün olmamıştır.
Olaylara bakış açısının 1980’den sonraki iktidarda 1980 öncesi iktidara oranla çok daha tutarlı, çok daha etkin bulunduğu konusunda hiçbir kuşku yok. Türkiye ekonomisi 1980 yılında iflas etmemiş ve ekonomi çökmemiş ise bunun tek nedeni artık o politikalara devam edilmemesidir.
24 OCAK KARARLARI
Türkiye ekonomisinin içe dönük bir ekonomi politikası ile yürütülemeyeceği anlaşılıp da 1980’den sonra ekonominin dışa dönmesi Türkiye’deki iktisatçılar tarafından büyük ölçüde tenkit konusu olmuş ve ortaya çıkan sorunların dışa dönme ile ilgili olduğu birçok iktisatçılarımız ve özellikle politikacılarımız tarafından öne sürülmüştür. Bazı iktisatçılar ise dışa dönmenin gereğine inanmakla beraber ülkede uygulama hataları yapıldığı görüşündedir.
Türkiye’de ekonomik sorunların ortaya çıkmasının, özellikle bunların yoğunluğunun 1970’lerde artmasının ithal ikamesiyle ilgili bulunduğu, olaya bilimsel olarak bakanların ortak kanısıydı. Her ne kadar 1970’lerde sorunların ortaya çıkmasında petrol fiyatlarının on misli artması ve Türkiye’nin buna ayak uyduramaması olduğu söylenir ise de petrol krizi Türkiye ekonomisinin krizini birkaç yıl öne almıştır. İthal ikamesi kaçınılmaz olarak krizle sonuçlanacaktı.
Ülkenin ithal ikamesi stratejisini seçmesi Türkiye’nin büyüklüğü, doğal şartlar, değişik ve bol kaynaklara sahip olması ile ilgili idi. Tarihi, kurumsal şartlarda bunu gerektiriyordu. Uluslar arası verilere dayanan araştırmalara göre doğal şartların uygun, büyük ülkelerin ithal ikamesi stratejisini seçmesi özellikle kalkınmanın başlangıç yıllarında olumlu sonuçlar vermekteydi. Fakat bir süre sonra ülke ihracata yönelmeliydi. Halbuki Türkiye yabancı paraların değerini düşük ve dışarıya göre, TL’yi yüksek düzeyde tuttuğu için artmak bir yana ihracat devamlı olarak azalmaktaydı. Pek çok iktisatçılar böyle düşünüyordu.
Tarihi-kurumsal şartlar da ithal ikamesi stratejisini özendirici nitelikteydi. Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında ülke kapitülasyonlardan ağır zararlara uğramıştı. Cumhuriyet döneminde milli birlik, politik ve ekonomik hükümranlık ön plana alınmıştı.
Türkiye ithalata dayanan bir ekonomi stratejisini izlerken ülke ekonomisinin endüstrileşmiş modern ekonomiler yönünde düzenlenmesi de söz konusu olmuyordu. Sanayileşmeyle beraber finans, fiyatlama, istihdam yapı ve kurumlarında gerekli düzenlemeler yapılmıyor, kararlar o günkü zorunluluklara göre alınıyordu. Fiyat mekanizması göz ardı ediliyor, kaynakların kullanılması ve paylaşılması selektif kararlarla yapılıyordu.
İktisatçıların çoğunun önerisi anlamsız bir ölçüde ileri götürülen ithal ikamesi politikası yerine ihracata yönelme politikasına gidilmesiydi. İhracat 1979’da ulusal gelirin %3,4’üne inmişti. Ülke için gerekli ham petrol ithalatının yapılması ve endüstrinin geliştirilip hatta çalışabilmesi için gerekli girdilerin sağlanması amacıyla ihracat yapılmalıydı. Endüstrinin yapısı ve girdi kullanma oranları o derecede rijitti ki, ithal girdilerini yerli girdilerle ikame etmek ya hiç mümkün olmuyor veya çok pahalı oluyordu. Bu şartlarda ekonominin yürümesinin tek yolu ihracatı arttırmaktı. 1970’lerin sonunda bir yandan ekonomik zorluklar ortaya çıkarken diğer yandan ideolojik çatışmalar ve siyasi çalkantılar günlük yaşantıyı çekilmez hale getiriyordu.
1974- 1977 arasında cari ödemeler bilançosu açığı 8 milyar doları aşmıştı. Ekonomi yeni açıklara mevcut şartlar altında artık tahammül edemezdi. İşte ülke bu şartlardayken Türkiye’nin yaşamını büyük ölçüde değiştirecek 24 Ocak 1980 kararları alındı.
24 Ocak’tan Sonra Yapılan Ekonomik Değişiklikler
24 Ocak !980’den önce Türkiye’de iktidarda bulunan ülke yöneticileri içe dönük ve Pazar mekanizmasına önem vermeyen kalkınma stratejisi ile işlerin yürütülmeyeceğine emin olmuştu. İhracata dönük bir politika izlenmeliydi. Muhalif politikacılar, iktisatçılar ve kamuoyundan gelen şiddetli tepkilere rağmen bu politika 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla uygulanmaya başlandı. Eylül 1980’de iktidara gelen askeri yönetim aynı uygulamaları devam ettirmiş, Kasım 1983’te demokratik seçimler sonucunda iş başına gelen hükümet bu yöndeki uygulamaları mantıki sonuçlarına götürmeye başlamış ve bu kalkınma stratejisini içtenlikle benimsemiştir.
1980’de alınan tedbirler ve ekonomi politikası düzeltmeleri şöylece özetlenebilir:
1. para önemli ölçüde devalüe edilmiştir. Bir yıl içinde iki katına çıkarılan dolar fiyatı 24 Ocak 1980’de tekrar artırılarak 47 TL’den 70 liraya çıkarılmış olup, bunu izleyen yıllarda doların değeri sık sık ayarlanarak 1987 yılı sonunda 1000 TL dolaylarına getirilmiştir. Türkiye’deki ve yabancı ülkelerdeki fiyat artışları ile 1981 Mayıs’ı 1987 sonu arasında dolar ve mark değerleri göz önüne alınarak yapılan hesaplara göre tartılı efektif döviz kuru 100’den 63,27’ye inmişti. 1979’da 100 olan doların gerçek değeri 1987 sonunda yaklaşık 200 olmuştur.
2. 1980’lere kadar her çeşit fiyatlar üzerinde devlet kontrolleri varken bunlar büyük ölçüde gevşetilip, kaldırılarak Pazar fiyat mekanizmasının işlemesine olanak verilmiştir.
3. Kamu iktisadi teşebbüslerinin ürettiği malların fiyatlanması üzerindeki baskı büyük ölçüde gevşetilmiş, bunların özellikle fiyat yönetimindeki özgürlüğü artırılmış ve söz konusu mallara gerekli zamlar yapılmıştır.
4. 1980’lere kadar devamlı baskı altında tutulan finans pazarları özellikle banka faaliyeti bir ölçüde serbest bırakılmış ve 1970’lerdeki enflasyon dönemlerinde eksi gerçek faizlerle alınıp satılan fonların enflasyonun üstündeki faizlerle alınıp satılmasına olanak verilmiştir. Bankaların yanında diğer finans kuruluşlarının gelişmesine çaba harcanmıştır.
5. 1970’lerde son derece kudretli ve militan hale gelen işçi kuruluşlarının faaliyeti sınırlandırılmış, toplu pazarlık yöntemleri gözden geçirilmiş ve işçi ücretlerinin yükselmesine engel olunmuştur.
6. 1980’lerden önce gerek uygulanan kalkınma stratejisi, gerek çeşitli ideolojik nedenlerle sınırlı kalan yabancı yatırımlar teşvik edilmiştir.
7. Sıkı bir para politikası uygulaması başlamış ve para emisyonlarının kontrol edilmesi yönünde az da olsa bazı çabalar sarf edilmiştir.
8. İhracatın teşviki amacı ile çeşitli önlemler alınmış, hatırı sayılır vergi iadeleri, sübvansiyonlar, kredi kolaylıkları, ucuz faiz uygulamaları yaygınlaştırılmıştır. Bu teşvik tedbirlerinin toplam ihracat değerinin %18-%25 arasında bulunduğu hesaplanmıştır.
24 Ocak kararlarının bir özelliğinin altı çizilmelidir. 24 Ocak’tan sonra ithalat kısıtlamaları büyük ölçüde azaltılmış olmakla beraber gümrük vergilerinde hissedilir azaltılmalar olmamıştır. Bu olay kullanılan girdiler nedeniyle ihraç fiyatlarını kuşkusuz artırmaktaydı. İşte çeşitli ihracat sübvansiyonları bunu telafi amacıyla konulmaktaydı.
Bütün bu tedbirler alınırken dünya ekonomisinde ve Türkiye’de ortaya çıkan bazı şartlar bu tedbirlerin başarı şansını artırmıştı. Şimdi bunları sıralayalım:
1. 1980’lerden sonraki askeri idare, muhalefetten gelen çeşitli önlemeleri kaldırmış, rasyonel tedbirlerin gerçekleşmesine bir zemin hazırlamıştı.
2. 1980 başlarında dünyada petrolün varili 35 dolara ulaşmışken daha sonraki yıllarda devamlı olarak düşmüş ve o fiyatların yarısı düzeyinde bir süreden beri stabilize olmuştur. Türkiye’nin belli başlı ithalatı olan ham petrol değerinin yarı yarıya azalması ekonominin düzelmesinde son derece etkili olmuştur.
3. dünya ekonomisi 1980’den sonra, 1970’lerde petrol fiyatlarındaki artış nedeniyle içine girmiş olduğu krizden kurtularak hızla gelişmeye başlamıştır.
4. Irak-İran savaşı nedeniyle Türkiye gerek bu ülkelerde mal satmakla, gerek transit ticaretinde büyük kazançlar sağlamıştır.
5. 1970’lerde petrol fiyatlarındaki artışlar sonucunda Ortadoğu ülkeleri Türkiye için iyi alıcı olmuştur. Kuşkusuz ülke ihracata yönelme politikasını uygulamasaydı bu olanaktan yararlanamayacaktı.
6. 1960 ve 1970’lerde Türkiye ekonomisinde birikmiş bir kapasite ve yetişmiş bir işgücü vardı. 1980’lerde bundan yararlanmak mümkün oluyordu
7. Dışa açılmanın ülke ekonomisinde ortaya çıkardığı dinamizmden ülke yararlanmayı başarmaktaydı.
24 Ocak kararları ve dışa dönme stratejisinin uygulanması ne gibi sonuçlar ortaya çıkardı? Önce olumlu sonuçlardan söz etmek gerekirse: En olumlu sonuç kuşkusuz ihracatta meydana gelen artıştı. 1979’da ulusal gelirin %3,4’üne inen ihracat 1980’lerde devamlı olarak yükselmiş ve 1987’de bu oran % 16 olmuştu. 1979’da 2,2 milyar dolar olan ihracat 1987’de 10 milyar dolar dolayındaydı. Yani 4 katını aşan bir artış göstermişti. Bu ihracat artışında özellikle Irak ve İran olmak üzere Arap ülkelerinin önemli bir payı var ise de, büyük artış OECD ülkelerinden gelmekteydi, ülkenin dış itibarı yüksekti ve büyük krediler alabiliyordu.
İkinci düzelme fiyat artışlarında oldu. 1970’lerin sonunda %100’lere varan fiyat artışı 1981’de %36’ya ve 1982’de %25’e düştü. Üçüncü bir gelişme ulusal gelir artışında oldu. 1979’da ulusal gelir artışı –0,4 ve 1980’de –1,1‘di. 1977’den itibaren ulusal gelirde bir gerileme başlamıştı. 1981’de ulusal gelir artışı %4’ü aştı ve bu oran hızla artarak 1986’da %8 ve 1987’de %7,4 gibi çok yüksek düzeylere çıktı.
Türkiye ekonomisinde son derecede hızlı bir gelişme her yerde görülmekteydi. 1970 sonlarında endüstride kapasite kullanımı %50’lerdeyken bu %70’lerin üzerine çıktı. Ülke ekonomisinde modernleşme, ileri teknoloji uygulaması, elektrik, telefon kullanımındaki artış, alt yapıdaki gelişme yeni hükümetin çeşitli propagandalarının baş temalarıydı. Çağ atlamadan sık sık söz edilmekteydi.
1980’lerde uygulamaya başlanan ihracata ve pazara dönük politikanın olumlu sonuçları yanında ekonomide ortaya çıkan ve düzeltilemeyen olumsuz gelişmeler konusunda farklı görüşler vardı. Çözülemeyen en önemli sorun kuşkusuz enflasyondu. 1979-80’de %80-100’lere tırmanan enflasyon 1981’de%36’ya ve 1982’de %25’e düşmüşken bunu izleyen yıllarda %40’ın üzerine fırlamış ve 1987’de %50’yi aşmıştı. Bazı indeksler 1987 için % 60 rakamını gösteriyordu.
Dış borçlarımız artmaktaydı. Ülkenin borcu 1979’da 13-14 milyar dolar iken, 1987 sonunda 38 milyar dolar dolaylarındaydı. Buna göre dış borçlarımız ulusal gelirimizin %50’sinden fazlaydı.
İşsizlik konusunda çeşitli yorumlarda bulunmakla beraber ülkede çalışanların toplam nüfusa oranı 1950 yılında %50’nin üstündeyken, 1980’lerde %30’a iniyordu; bu ülkede çok yüksek işsizlik oranını gösteriyordu.
Gelir bölümündeki bozukluğu görmek için bu konudaki istatistiklere dahi bakmaya gerek yoktu. Aslında istatistiklerde böyle göstermekteydi. Toplam ailelerin %40’ı toplam gelirin %11-12’sini alırken zengin %20 aile gelirin yaklaşık %56’sını alıyordu. Gini oranı 0,51-52 dolaylarındaydı. Reel ücretlerde önemli düşmeler vardı. Çeşitli istatistikler değişik rakamlar göstermekle beraber 1980-87 arasında reel ücretlerde en az %25 dolayında bir azalma olduğu söylenebilirdi. Gelir içinde emekle kazanılan bölüm hızla azalmaktaydı. Toplam maaş ve ücretlerin payı %20’nin altındaydı; bu oran gelişmiş ülkelerde %60’dan fazlaydı.
Hızlı nüfus artışı, yüksek savunma harcamaları, bir türlü çözülemeyen bürokrasi, bazılarına göre devletin lüks sayılabilecek altyapı ve üstyapı harcamaları, kazanılan yüksek rantlardan ve sermaye gelirlerinden devletin gereksiz sübvansiyonları, ihracattaki vergi iadeleri, acze düşmüş işletmeleri kurtarma operasyonları, bazı tüketim malları ithalatı, fonlar sebebiyle devlet bütçesinin denetimden çıkması yukarıda değinilen olumsuz gelişmeleri daha da kötüleştiriyordu ve kötüleştirecekti.
ARALIK 1983 VE OCAK 1984 KARARLARI
Kasım 1983’te yapılan seçimlerde yeni bir parti iktidarı teslim aldı. Bunun sonunda bir dizi ekonomik kararlar açıklandı; böylece Türk iktisat politikası ve iktisat felsefesinde yeni bir çığır başlamış oldu.
Aralık 1983 sonunda ve Ocak 1984’te yeni hükümetin iktisat felsefesinin ana çizgileri ortaya çıkmış ve iktisat politikasının modeli belirmiştir.
1983-1984 iktisat politikası modelinin ana çizgileri şöyledir:
1. Ekonomide, serbest teşebbüs gücünden en iyi biçimde yararlanma isteği yeni politikanın temel unsuru olarak kabul edilmiştir.
2. Bunun mantıki sonucu ve gereği olarak yeni iktisat politikasında devlet müdahalesi azaltılmış ve bürokratik engellerin en aza indirilmesi hedef alınmıştır.
3. Kamu İktisadi teşebbüslerinin faaliyet alanları hakkında açık bir şema sunulmamakla beraber özel sektörün ekonomik faaliyet alanın geniş tutulması isteği zımmen belirtilmiştir.
4. Hükümet programında ‘iktisadi devletçiliğin’ nasıl ele alındığı kesinlikle belirtilmemekle beraber özel ekonomik faaliyetlere genişçe yer ve imkan verileceği izlenimi doğmuştur.
5. Yeni ekonomi politikasında ‘piyasa ekonomisinin’ kendi kurallarına göre en iyi biçimde işletilmesinin hedef kabul edildiği görülmektedir.
Buda yeni dönemim iktisat felsefesi ve iktisat politikası modeli ile uygunluk ve ahenk içindedir.
Serbest teşebbüsün ekonomiyi sürükleyen gücünden, onun verimliliği artıran özelliklerinden yararlanabilmek için, serbest teşebbüs ünitelerinin kendilerine uyan bir serbestlik ortamında ve piyasa ekonomisi içinde faaliyette bulunmaları zorunludur.
6. 1983-1984 iktisat politikası modelinin temel felsefesi ile bütünleşen altıncı özelliği kambiyo rejimi ile ilgili olan hususlardır.
Yeni rejim yıllar boyu tenkit edilen kambiyo rejimine son vermiş ve bu alanda eskisine kıyasla, serbestlikler getirmiştir.
7. Kararların yedinci özelliği dış ticaret alanında getirdiği bazı kolaylıklar ve serbestliklerle ilgilidir.
8. yeni rejimin sekizinci özelliği faiz hadleri ile ilgilidir. 1983 yılında yeniden düşürülen faizlere karşılık, yeni iktisat politikası faiz hadlerini yeni ve değişik sayılacak bir ‘model’ çerçevesinde yeniden yükseltmiştir.
9. İktisat politikalarının yapımı ve yürütülmesi ile ilgili başka önemli bir karar bürokratik mekanizmanın re organizasyonu ile ilgilidir.
Bunu da iki alt başlık altında ele almak gerekir;
a. Bakanlıkların yeniden düzenlenmesi,
b. Bürokrasinin ıslahı.
10. Yeni iktidar karma ekonomi modelini yeniden tarif etmemekle birlikte kamu iktisadi teşebbüslerinin, para arzını artıran ve enflasyonu bu yoldan körükleyen tesirlerini en aza indirmeyi amaç olarak benimsemiştir.
11. Yeni iktisat politikasında ‘iktisat politikası modelinin’ özü ile ilgili olmamakla beraber, ‘toplu konut’ sorununun spesifik tedbirler çerçevesinde özel olarak ele alındığı dikkati çekmektedir. Bu konuda ‘toplu konut fonu’, üzerinde durulması gereken bir konudur.
12. Yeni dönem iktisat politikasında gelir dağılışına da özel bir önem verilmiş, gelir dağılışındaki çarpıklığın düzeltilmesi hedef olarak alınmıştır.
13. Aralık 1983 sonrası iktisat politikasının en önemli yönlerinden biri de ekonominin kısır, atıl fonlarını harekete geçirmek, iddiharı çözmek ve fon transferini sağlamak hedefinin kabulüdür.
14. Temel iktisat felsefesinin bir parçası olmakla beraber ayrı bir başlıkta incelenmesi yararlı olacak başka bir husus, KİT mamullerine özellikle Tekel mallarına yapılan zamlardır.
15. Yeni iktisat politikası ile köprü ve barajlar gibi kamuya ait ünitelerin gelirlerine halkın hissedar edilmesi isteği açıklanmıştır.
16. İthalatta serbestleştirme, özellikle lüks ithalatta sağlanan yeni imkanlarla kaynak yaratılması amaçlanmıştır.
17. Parasal kesimde faiz hadlerinin enflasyonun üzerinde ‘net faiz’ sağlayacak bir düzeye çıkarılmasına karar verilmiş ve ticari mevduatla resmi mevduata faiz ödenmesi zorunluluğu getirilmiştir.
18. Döviz işlemlerinde nispi bir serbestlik sağlayarak döviz gelirlerini artırma politikası benimsenmiştir.
19. Tüketicinin korunması geniş bir perspektif içinde ele alınarak korumada spesifik tedbirlerden çok rekabeti canlandırarak fiyatların düşmesini, kalitenin yükselmesini sağlamak yolu seçilmiştir.
20. Gelir dağılışını düzeltmek, orta gelir grubunu korumak için
- Genel (enflasyonun yavaşlatılması) ve
- Spesifik (maaş, ücret ve vergiler) yolu ile bunu sağlamak hedef kabul edilmiştir. [3]
5 NİSAN KARARLARI
Nedenleri:
1994 yılının başına gelindiğinde, Cumhuriyet tarihinin en büyük cari açığı ve kamu açığı makroekonomik dengesizliklerin boyutu görmek açısından yeterlidir. Orta-uzun dönemde sürdürülemeyecek olan bu yapı ve politikalar 1994 yılı Nisan ayında içine düşülen ağır iktisadi krizin oluşumundaki nedenlerdir. Diğer yandan kriz sinyallerinin alınmaya başlandığı 1993 yılının son ayları ile 1994 yılının Nisan ayı arasında geçen sürenin incelenmesi krizin yönetimi açısından da oldukça yanlış uygulamalara başvurulduğunu göstermektedir.
Aşırı spekülatif sermaye girişinin ekonomik dengeler üzerindeki olumsuz etkilerini Türkiye kadar ağır yaşamış olan bazı gelişmekte olan ülkelerde krizin ortaya çıkmasıyla birlikte alınan önlemler ile krizin daha hafif atlatılması mümkün olmuş tur. Ancak Türkiye’de başvurulan uygulamalar ve iktisadi kararlar krizin boyutunu artırıcı etki yaratmıştır denilebilir. Bir başka deyişle, 1993 sonu ve 1994 başını kapsayan dönemde Türkiye kriz yönetiminde de başarısız olmuştur.
1993 yılının ortalarında siyasi otorite kamunun faiz yükünün çok yüksek olduğunu ve kısa dönemde uygulanacak politikaların faiz oranlarını düşürme amacı taşıyacağını açıklamaya başladı. Bu aşamada ekonomiye likidite enjekte edilmeye başlandı ancak yüksek likidite ve düşmesi beklenen döviz talebini hızla artırmaya başladı. Diğer yandan yüksek cari açık da devalüasyon beklentilerini kamçılamakta ve döviz talebini artırıcı işlev görmekteydi.
Siyasi otorite dövize olan talebi yüksek döviz rezervlerini satarak sınırlamanın mümkün olacağı, bu şekilde piyasada dolaşan paranın İMKB’na yönlendirilebileceği varsayımı ile hareket etmekteydi. Bu varsayımlar iki nedenle geçerli olmadı. Bunlardan birincisi büyük bankalar yüksek bir devalüasyon olacağı bilgisi ile hareket etmekteydiler. Dolayısıyla piyasaya sürülen döviz talebi kırma işlevini yerine getirmekten uzak kalmakta ve piyasaya sürülen döviz giderek artan fiyatta alıcı bulmaktaydı. Diğer yandan İMKB o dönem için 52 milyon dolar gibi dar bir işlem hacmine sahipti ve piyasada dolaşan spekülatif sermayeyi mas etme kapasitesine sahip olmaktan çok uzaktı
Sonuç olarak Ocak 1994’te döviz kuru 19 000 TL/$ Merkez Bankası rezervleri 7 milyar dolar iken Nisan 1994’te döviz kuru 38 00 TL/$’a çıkarken, uluslar arası rezervler 3 milyar dolara düştü.
5 Nisan 1994’te hükümet dengeleri yeniden kurmak amacıyla yeni kararlılık önlemleri paketini ilan etti. Dövize olan akını kesmek ve kısa dönemli kamu borçlarını ödeyebilmek için Mayıs 1994 tarihinde yüzde 400 faizli borçlanma kağıtlarını piyasaya sürmek zorunda kaldı. Dengeleri düzeltmeden yapay yolla faiz oranlarını düşürme çabası faiz oranlarında çok daha yüksek oranda bir sıçramaya neden olmuştur.
Sonuç, ücretlerin düşürülmesi, işsizlikte artış, yüksek bir devalüasyon ve üç basamaklı enflasyon döneminin açılması olarak kendini gösterdi.
Uygulamanın İçeriği
İstikrar programı, enflasyon oranını azaltma, TL’ye kazandırma, dışsatımı artırma ve bunları gerçekleştirerek, ‘sürdürülebilir’ bir ekonomik ve toplumsal gelişme sürecini elde etmeyi amaçlamaktadır. Bu amaçlara ulaşılması, başta kamu kesimi açıklarının azaltılması ve bir dizi yapısal yeni düzenlemelerle gerçekleştirilecektir.
Yaklaşım ‘temel ilke’ olarak ‘ üretim yapan, sübvansiyon dağıtan bir devlet yapısından, ekonomide piyasa mekanizmasının tüm kurum ve kurallarıyla işlemesini sağlayan ve sosyal dengeleri gözeten bir devlet yapısına geçmeyi’ almaktadır. [4]
Uygulamanın ayrıntılarına geçmeden bir noktanın altı önemle çizilmelidir. Burada ele alınan ve ‘5 Nisan Kararları’ olarak bilinen düzenlemelerin bir ölçüde de olsa IMF ile yapılacak anlaşmalar çerçevesinde değişikliğe uğrayacağı açıktır. Bu nedenle uygulama programını sınırlama içinde değerlendirmek gerekiyor.
Uygulamada önceliği, kamu gelirlerinin artırılması ve harcamalarının azaltılması alıyor. Aşamalı bir yaklaşımla, 1994’ün ikinci çeyreğinde Nisan-haziran üç ayından başlanarak, bir yandan kamu giderleri azaltılırken, bununla eş zamanlı olarak kamu gelirleri de artırılacaktır. Sonuçta, 627 trilyon TL gelir, yaklaşık 819 trilyon TL gider ile bağlanmış olan 1994 Konsolide bütçesinin, gelirlerinin 65 trilyon TL artırılması, giderlerinin de 31 trilyon TL azaltılması istenmektedir. Gelir-gider düzenlemeleri gerçekleştiğinde de yaklaşık 192 trilyon TL olarak öngörülmüş olan konsolide bütçe açığı, yar yarıya azalacak ve 96 trilyon TL’ye düşecektir. Gelir artışları esas olarak akaryakıt ve tekel ürünleri başta olmak üzere alınacak dolaylı vergilerden karşılanacak, bunu, belli bir düzeyin üzerindeki gelir vergilerini artırıcı ve düşük oranlı bir tür servet vergisi alınması düzenlemeleri tamamlayacaktır. 1994 yılı için yaklaşık 51 trilyon TL vergi gelirleri artışının sağlanması, 13,5 trilyon özelleştirme gelirleri başta olmak üzere özel gelir ve fon gelirleri artışı istenmekte 0,9 trilyonda vergi dışı normal gelirden beklenmektedir. Konsolide bütçe giderlerinde de transfer harcamalarının 19,6 trilyon, yatırımların 8,4 ve diğer cari giderlerin de 3 trilyon TL azaltılması öngörülmektedir.
Uygulama programı, ek olarak, döviz kurunun fiyat artışıyla uyumlu kılınmasını, TCMB’nin giderek ‘özerk bir yapıya’ kavuşturulmasını sağlıklı bir para politikası düzenlenmesi, sermaye piyasasında spekülatif işlemlerin sınırlandırılmasını ve dışsatımın ve yabancı sermaye girişlerinin artırılmasını öngörmektedir.
Yapısal Düzenlemeler.
Yapısal düzenlemenin özü, kamu ekonomik kuruluşlarının özelleştirilmesidir. Özelleştirilme ile ilgili yasal ve kurumsal düzenlemelerin biran önce gerçekleştirilmesi sonra da 1994 sonuna kadar Erdemir, Tüpraş, Petrol Ofisi, Petkim, THY, Turban, Havaş, D.B. Deniz Nakliyat ve Ditaş’ın ‘kısmen veya tamamen’ özelleştirilmesi öngörülmektedir.
KİT konusunda önemli bir yaklaşım bunların taşınmazlarının, dinlenme tesisleri ve lojmanlarının satılmasıdır.ancak bunun da ötesinde büyük bir tasfiye işlemi, ‘özelleştirilmelerine imkan bulunmayan’ KİT’lerin kapatılmaları yoluna gidilmesidir.
Yapısal düzenlemelerin üçüncü ayağı sosyal güvenlik konularındadır. Sosyal güvenlik alanında yapılmak istenen, özünde, kamu yükünün, daha doğrusu bütçe üzerindeki yükün azaltılmasıdır.
Yapısal düzenlemelerin son bölümü tarımsal desteklemeye ilişkindir. Destekleme fiyatlarının dünya fiyatlarının üstünde tutulmasının ekim alanlarını aşırı genişlettiği ve ürün fazlası oluşmasına neden olduğu vurgulandıktan sonra bu uygulamadan kaçınılacağı belirtiliyor.
Getirilen önemli bir yenilik de tarımla ilgili kamu kuruluşlarının ve tarım satış kooperatifi birliklerinin doğrudan yada dolaylı olarak TCMB tarafından finansmanına izin verilmeyeceğidir.
Yapısal düzenleme kapsamında kamu kesiminde merkezi ve yerel yönetimlerde personel sayısının azaltılması ve personel kullanımında etkinlik ve verimlilik sağlanması öngörülmekteyse de bu önermelerin daha önce benzerlerinde olduğu gibi kağıt üzerinde kalması olasılığı yüksektir.
[1] Kılıçbay Ahmet, Türk Ekonomisi, İş Bankası Kültür Yay. 1994 s.80
[2] HATİBOĞLU Zeyyat, Yeniden Dirilen Türkiye Ekonomisi, İstanbul 1989, s.16
[3] Kılıçbay Ahmet, Türk Ekonomisi, İş Bankası Kültür Yay. 1994 s.177
[4] T.C. Başbakanlık, Ekonomik Önlemler Uygulama Planı, 5 Nisan 1994, s.6
|